Datça’da belediyenin iki sosyal tesisi vardı. Biri limanda, diğeri Sevgi Yolu’nda. Halk bu tesislerden memnun. Güzel bir akşamüstü, deniz esintisinin serinliğinde çayını yudumlamak, çocukların koşuşturmasını izlemek, Datça’nın ruhuna dokunmaktı. Sosyal belediyeciliğin en basit ama en insani örneğiydi.
Ama şimdi o ruh kayboluyor. Çünkü Sevgi Yolu'ndaki sosyal tesisin bir kısmı özel mülkiyet çıktı. Vatandaş dava açtı, mahkeme kararını verdi.
“Bu arsa size ait değil. Tahliye edin!”
Kaymakamlık da aynı görüşte. Datça Belediyesi, halkın kullandığı bu alanı terk etmek zorunda. Ve Datça’da, halka kala kala bir sosyal tesis kalacak.
Oysa bunun çözümü kolay. Çünkü Sevgi Yolu’nda belediyenin bir yeri daha var.
Çık vatandaşın arsasından, sosyal tesisi kendi arsana taşı.
Ama orası ihaleyle verilen ticari bir işletme. Üstelik sahilinde kaçak bir platform var.
Kaçak olduğu bilinen bu ucube yapı, denizin özgürlüğünü, halkın sahilini çalıyor. Belediye ise bu kaçak yapı ile övünüyor gibi. Yıkmıyor, yıkamıyor. Çünkü orayı sosyal tesis yapmak yerine yeniden ihaleye çıkarıyor. Üstelik bu kaçak platformla birlikte ve tahliye etmeden.
Halkın denize karşı oturup bir bardak çay içebileceği, çocuklarıyla güvenle vakit geçirebileceği yerler azalıyor. Ve bir kez daha sosyal belediyecilik, ticari kazanç uğruna gözden çıkarılıyor.
Eğer bir belediye, halka ait olanı halktan alıp esnafa kiralıyorsa, bu sosyal belediyecilik değildir. Halkın hakkını, ticari bir mal gibi pazarlamak kamu yararını, bireysel kazanca feda etmektir.
Datça’da sosyal belediyecilik, halka “bir çay içebileceğiniz yer bile çok” demek değildir. Sosyal belediyecilik, halkın nefes aldığı, ortak değerleri paylaştığı, makul fiyatlarla hizmet alabildiği alanlar yaratmaktır. Ama görünen o ki, Datça'da sosyal belediyecilik, sahillerin ve halkın haklarının ihalesiyle ölçülüyor.
Datça, deniziyle, doğasıyla ve insanıyla özgür olmalı. Sosyal tesisler halkın kaleleri olmalı, ticaretin değil.