Bugun...


Baha Akıner

facebook-paylas
ONU 11 OCAK 1999'DA YİTİRMİŞTİK!..
Tarih: 14-01-2024 15:56:00 Güncelleme: 11-01-2024 11:05:00


 

Ben yazayım, siz bilin bugünkü konuğumuzu dostlar. 25 yıl önce bugün aramızdan ayrılan sanatçı, gönül insanını…

Önce kendisini dinleyelim isterseniz:

“ 2 Mayıs 1930'da, Artvin'de doğdum. O zaman saçım var ama kafa pek basmıyor.”

*****

Biraz biraz hissettiniz sanırım daha ilk cümlesinde. Biz yine kendisini dinlemeye devam edelim:

“Kafa pek basmıyor, okulu çift dikiş gidiyorum. 2 ileri, 1 geri. Yıl, 1949. Lise 2'deyim. Baktım okumayla olmayacak bu iş, baktık okumayla olmayacak bu iş; iki kafadar arkadaşımla birlikte, yani sonraların ünlü bankeri Banker Kastelli Cevher Özden ve sonraların ünlü ressamı Cemal Akyıldız ile birlikte okulu bırakıp İstanbul’a geldik. Birkaç küçük iş, alavere dalavereden sonra Babıali'de ressamlık yapmaya başladım. Keyfim gıcır. Güzel de para kazanıyorum. Ama insan durmuyor işte. İçim fıkır fıkır! Çocukluğumdan beri artist olmak, tek hedefim. Bir tanıdığın vasıtasıyla artistlik işine; 1951 yılında, Avni Dilligil Tiyatrosu'nda, ‘dekor yardımcısı’ olarak başladım…

Dedim ya: Çocukluğumdan beri artist olmayı isterdim, diye. Çocukluğumda Giresun'da sinemada filmini gördüğüm Shirley Temple'a âşık olmuştum. O'na bir mektup yazdım. Adresini bilmediğimden kendisine göndermesi için sinemanın makinisti Kör Abdi'ye verdim. Sonra da ömür boyu o cevabı bekledim. Yani anlayacağınız; bakmayın böyle cin gibi durduğuma, ömür boyu kazık attılar bana. Kazığın Kör Abdi'den mi Shirley Temple'den mi geldiğini, diğer yediğim tüm kazıklar gibi asıl sahibini bilemedim. Ben sadece ve her defasında çok güzel kazıklar yedim...

Tiyatroda dekor yardımcısı olarak çalışıyorum. Bir gece polisler gelip, başrol oyuncusu Senih Orkan'ı yaka paça götürdüler. O rolü, o gece ben oynadım ve artist oldum. Çocukluğumun hayâline kavuşmuştum. Tip de kayık!”

*****

“Tip de kayık” dedim ya, sanırım iyiden iyiye anladınız kim olduğunu. Biz yine dönelim bu tipi kayık, girişimci ama hayatı boyunca kazıklar yiyen güzel insanın anlattıklarına:

"Tip de kayık ya, senden iyi 'kötü adam' olur dediler. İlk 142 filmde, 'kötü adam' oldum.”

*****

142 film mi? “Yok artık” dediniz değil mi dostlar? Hem de ‘ilk’ Bakalım daha neler çıkacak? Biz dönelim mevzuya:

“İlk 142 filmde, 'kötü adam' oldum. 143. filmden itibaren ise 'Adanalı Tayfur' tiplemesiyle Argolu komedilerin değişmez oyuncusu.”

*****

İşte şimdi tam anlamıyla ‘çaktınız köfteyi’ dostlar. Pardon pardon, konuğumuz böyle olunca başladım ben de argoya. İşte şimdi anladınız. Devam edelim mi Adanalı Tayfur’un anlattıklarına?

“Başladı saçlar dökülmeye bu arada. Hoooop; hızlıca, bir anda kel oldum. Kel olmak bana kompleks getirdi. Onun için şapka giymeye başladım. Kelliğimi gidermek için, bir sürü adama bir sürü para ödedim. Bir sürü reçete verdiler. Mesela taze dana pisliği içine kimyon katıp, onu bile sıcak sıcak sürdüm kelleye. Bir ara kafama tuz sürüp ineğe yalattım. Bir inek kalmıştı yalamamış, ona da yalattık yani. Fakat bizim kafayı yalayan ineğin dili de maşallah törpü gibiydi. Kelledeki son kılları da o götürdü. Yani bu iş böyle yalatmakla olsaydı, bütün memleketin kafada saçla dolaşması lazımdı. Di mi ama...

Başbakan olduğu devirde Süleyman Demirel için “Uyuttun Bizi Süleyman!” isimli bir plâk yapmıştım. Nasıl dinlemişse dinlemiş, ortalık ayağa kalktı. Ama mahkemeye falan vermedi. Benim Demirel'le yakınlığımın bir sebebi de kellik vaziyetidir. Bütün keller kendilerini birbirlerine daha yakın hisseder mesela. Ve karşısındaki keli, ne olursa olsun, kendi kelinden daha çok kel görürler. Bu durum dünyanın kanunu gibidir. Hiçbir zaman değişmez...

Oturdum bir gün bizzat saydım. Şu ana kadar 387 film çevirmişim. Zamanın birinde, yine kafa çatladı, nasıl gittiğimi bilmiyorum bile; İsveç'teyim. O zamana kadar -henüz- 227 film çekmişim. Bunu duyan İsveçlilerin gözü fal taşı gibi açıldı. Önce benimle gazetelerde röportajlar falan yaptılar. Sonra da meşhur rejisör İngmar Bergman'la ikimizi televizyona çıkardılar. Programın başında takdimci aynen şöyle dedi: Şimdi karşınızda; sadece dört film yaptığı halde bütün dünyanın tanıdığı bir sanatçı ve 227 film yaptığı halde hiç kimsenin tanımadığı bir başka sanatçı...

Program başladı. Bir ara İngmar Bergman, kulağıma eğilerek bana şöyle dedi: Kardeşim özür dilerim. Sen şimdiye kadar 227 film mi çevirdin, yoksa 227 fotoğraf mı çektirdin?

Sanat hayatımda maddi ve manevi çok kazık yedim. Kumar dâhil çok para kaybettim. Bir gün kızım Seren'i, Selçuk'ta Meryem Ana'ya götürdüm mesela. Günaydın gazetesi, ‘‘Serengil kızını vaftiz ettirdi’’ diye manşet attı. Bin tane küfür mektubu aldım. Annem ve kız kardeşimle sinemaya gittik. ‘‘Öztürk Serengil, yeni sevgilisiyle’’ diye yazdılar. Sonra ne bileyim, adam parasızdı. Çevirdiğim filme ortak ettim. Sonra paraları alıp kaçtığı gibi filmin vergisini de bana ödetti...

En çok parayı Libya'da kaybettim. Kaddafi beni severdi. Bir gün beni çağırttı. Atladım Libya'ya gittim. Bana gazino açtırdı önce. Sonra ne oldu bilmem de, tutuklattı. Sahara Bank'ta çok büyük param vardı. Adamlar beni casus diye yakalayıp içeri attıkları anda hayatım kaydı. Açtığım gazino 12. gününde kapatıldı. O sırada Ecevit, Libya'ya gelmişti. Tam kendisine 400 kişilik ziyafet vereceğim gece, beni casus diye içeri aldılar. ‘Turgut Reis’ zindanına attılar. Orada toplam 6 buçuk ay yattım. Baktım bu iş olmayacak. Kaçmam lâzım. Bu işler mangıraj’la oluyor tabi. Mangıraj'ın etkisiyle tezgâhı kurduk. Bir gece; tiyatroculuğumu da konuşturup, böbrek sancısı tutmuş gibi yaptım. Atıyorum kendimi yerlere. Neredeyse ben bile inanacağım kendime. Ne yapsalar olmuyor. Hastaneye götürmeye karar verdiler. Hastaneye götürülürken, hapishane arabasından kaçtım. Bu tezgâh ve kaçış; bana 1970'li yılların parasıyla, tam 11 milyon liraya mâl oldu. Hapishane arabasından, sanki balık tutmaya gidiyormuş gibi limana getirildim ve uzakta beni bekleyen bir gemiyle pırrr... 

Fakat, bu arada, bizim 39 milyon liralık mangırajjj Libya'da kaldı iyi mi…

İnsan evladı işte. Çiğdir, çiğ süt emmiştir. Parlak günlerinden uzaklaşınca, çevrenin tavrı hemen değişir. Selâmı, sabahı bile keserler. Benim gazinolarımda aylarca beleş yiyip içenler, benden çıkar sağlayanlar, o her şeyin iyi olduğu günlerde bana “Bey” olarak hitap eden çoğu kişi, daha sonra “Naber lan!’’ demişlerdir."

******

1950’lilere, 60’lara, 70’lere döndük değil mi? Çok var hikâyesi dostlar. Onlar da bir başka güne…

Yeşşeeeee!
Şek şek kelajjj!
Abidik gubidik tivis!
Mangırajjj...

Tanımıştınız zaten de, şimdi de çehrede bir tebessüm belirdi değil mi? Evet bugünkü konuğumuz Öztürk Serengil dostlar. 

“Adanalı Tayfur” mu desem yoksa? Hayat, an be an öğretiyor be Öztürk Baba. Çoğu çiğdir insan evladının; çoğu da ederinden fazlasına satılık, hem de kabala...

*****

Dört kez evlendi Öztürk Serengil. Bu evliliklerinden tek çocuğu Seren; 1973 yılında, İstanbul'da doğdu. Ömrünün son zamanlarında; yaşadığı 'beyin ödemi' sebebiyle, iki kez ameliyat oldu…

Geçirdiği felç nedeniyle, ömrünün son bir yılında yürüyemez; konuşma merkezi hasar gördüğü için de, son günlerinde konuşamaz olmuştu...

Gördük de ne oldu sanki! 'Milenyum'u göremeden, 25 yıl önce bugün, 11 Ocak 1999'da, solunum sisteminin durması sonucu, İstanbul - Kozyatağı'ndaki evinde vefat etti...

Çengelköy Mezarlığı’nda yatıyor şimdi, ebedi istirahatgâhında. Anısına, renkli kişiliğine, güzel yüreğine ve insanlığına, üretimlerine saygıyla...





FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
HABER ARŞİVİ
GAZETEMİZ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI