“Üç sözcükten oluşan bir cümleye,
"Hayat buymuş demek!"
Sığacak denli yalındır yaşam…
İnsan yalnız yaptıklarıyla değil,
Yapmadıklarıyla da insandır…
Yıllardır,
"Bana yaşamımı geri ver."
Diyeceğim birini arıyorum…
Savaşa gitmedim,
Para sahibi olmadım;
Ünüm, unvanım olmadı…
Tüm yaşamım boyunca eksik bir şey vardı.
Hiçbir zaman bulup çıkaramadım…”
diyen Ferit Edgü de ayrılmış aramızdan…
Ferit Edgü ki, toplumcu gerçekçiliğin sınırlarını sorgulayan ve eş anlı olarak Batı’da gelişen ‘varoluşçu’ edebiyatı izleyerek ‘şimdi’yi yakalamaya çabalayan edebiyatın 50 Kuşağının önemli bir parçasıydı.
Peki, biçimde ve özde yeniyi arayan bu kuşağın içerisinde Ferit Edgü’yü farklı kılan unsurlar nelerdi? Edgü’nün minimalist yapısıyla umutsuzluk, sıkıntı, var olmak ya da hiçlik gibi meseleler üzerine yoğunlaşan anlatıları, yazmak eylemi, yaşamayı ve yazmayı denemek, susmak ya da anlatmak arasında gidip gelen edebi ve varoluşsal soru(n)larını biz okurlarıyla paylaşması...
Müsaadenizle, bir kısa öyküsü ile uğurlamak isterim Usta'yı:
“…Abim geldi ve niçin ağladığımı sordu. Üzülüyorum, dedim. Neye üzülüyorsun, dedi. Kuşkulu kuşkulu bakıyor gözlerime. Her şeye, dedim. Senin gibi bir kız, niçin üzülsün her şeye, dedi. Derdin ne? Seni babam mı gönderdi, dedim. Babam içerde, odasında Kur’an okuyordu.
Beni kimse göndermedi, dedi. Derdini merak ettim. Hiçbir derdim yok, yalnız üzülüyorum, dedim. Kime, dedi. Herkese, dedim. Herkes de kim, dedi.
Herkes işte, dedim. Sen, ben, annem, babam, kardeşim, kedimiz, Cevdet, Ömer Efendi, Şeker Hanım, herkes… Sen muhtar mısın, dedi abim. Cevdet’ten, Ömer Efendi’den, Şeker Hanım’dan sana ne?
Cevdet ölüyor, biliyorsun, dedim. Ömer Efendi dükkânını kapadı. Şeker Hanım’ın kızı, Kevser Abla, kendini öldürmek istedi.
Sana ne bunlardan, dedi abim.
Ona, bu insanları tanıdığımı, Cevdet’in babamdan Kur’an dersi aldığını, Şeker Hanım’ın dutlarını topladığımızı ve kızının, Kevser Abla’nın acısını, Ömer Efendi’ye herkes gibi bizim de borcumuz olduğunu söyledim.
Bunlara mı ağlıyorsun, dedi abim. Ömer Efendi’ye borcumuzu, varsa eğer yarın öderim. Kevser Abla ha yaşamış, ha ölmüş, ne fark eder? Zaten ölü gibiydi kız kurusu. Cevdet’e gelince, verem. Verem olan yalnız o mu? Söyle bana, sen asıl neye ağlıyorsun? Gözyaşı dökmenin bir başka nedeni yok mu? O başka nedeni, korktum, sanki kendisi söyleyecekmiş gibi. Ama söylemedi. Başka bir nedeni yok, dedim.
İyi öyleyse, yat uyu, dedi. Uykum yok, dedim.
Sen gene de yat, dedi. Yarın sabah okula gideceksin. Her sabah okula gidiyorum, dedim; sözcüklerin üzerine basa basa, yalanımı anlamasın diye.
Beni, yüzümü ya da saçlarımı okşamak için yaklaştı. O sırada gördüm, sol elindeki büyük kesiği. Elini tutup sordum: N’oldu eline? Hiç, dedi. Esat’la kan kardeş olduk.
Elini bıraktım. Merdivenlere doğru koştum. Hıçkırıklar içinde. Ardımdan gelmedi. Bir şey de söylemedi. Kan kardeş. Abimin kan kardeşi. Bütün gece ağladım. Sabah, okula giderken, yol boyunca Esat’ın bir köşeden karşıma çıkıvermesini bekledim. Çıkmadı…”
Anısına, Türk edebiyatına katkısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla…