“Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını…
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme,
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme…
Cevapları öyle heyecansız ki onun,
Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun…
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde, dolup, çarpmalı kalbi…
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal,
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal,
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor.
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor…
Dönüyoruz yine bir uzun gezintiden,
Gönlümün elemini döküyorken ona ben…
O bana kendisini gülerek naklediyor,
Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor…
Ya bu kadın delidir yahut ben çıldırmışım!
Ben ki birçok kereler kırılmışım, kırmışım…
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı!
Birden onun yüzüne haykırma ihtiyacı…
İçimde alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi…
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yolda mağrur duran gölgesini çiğnedim…”
Şiir olacak hep ve daima, şiirle dolup yine taşacak ya gün. An be an yaşadığımız, sevdamız ya şiir; güne, Nâzım Hikmet’in 1920 yılında Suat Derviş için yazdığı “Gölgesi” adlı şiiriyle başladık dostlar…
Evet, bugünkü konuğumuz Suat Derviş…
Asıl adı, Hatice Saadet… Nazım’ın tek taraflı aşkı… Şiirinde, “Bir kere eğemedim bu kadının başını” dediği gibi, güçlü, mağrur, bildiği yoldan dönmeyecek kadar cesur, kartvizitinde pek çok ilki taşıyan bir kadın…
Suat Derviş ki; Nâzım gibi, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attilâ İlhan, Orhan Kemâl gibi ustaları bir dergi çatısı altında toplamış güçlü bir kadın…
Aynı şimdiki gibi birçokları ağzını açmaktan, kalemini oynatmaktan korkarken; ömrünün sonuna kadar faşizmin karşısında durmuş güçlü bir kadın hem de…
Ve Usta’ya bu mısraları yazdıracak kadar güçlü bir kadın…
Bu şiir ki; sevdiceğinin sesinden dinlemek ya da gözlerine baka baka sevdiceğine söylemek. Ahh ki, ahhhh! Bu şiir ki başlı başına ‘sevginin tarifi’ demek…
Rivayet o ki; bu şiir, aşkına karşılık bulamayan Nâzım Hikmet tarafından Suat Derviş’e yazılır. Suat Derviş ise “Fosforlu Cevriye” romanında polisten saklanan bir devrimcinin hikâyesini anlatır ya…
Ve yine rivayet o ki; bu devrimci, Nâzım Hikmet’in ta kendisidir.
Romandaki gibi aynı mahallede komşu olan, hayatları hep mücadele içerisinde geçen iki eşsiz insan…
Suat Derviş ve Nâzım Hikmet…
Nâzım ki; sevdiği kadınlar(ın)a sevgisini, ilgisini belli eder, adına şiirler yazar, beğendiği kadına aşkını söylerdi. Çok da reddedildi. Ve çok oldu Nâzım’ın tek taraflı aşkları. Tek taraflı derken, platonik değil. Dedim ya: Nâzım sevdiği kadınlar(ın)a açık açık, yüreğine yüreğine sevgisini, ilgisini belli eder, adına şiirler yazar, beğendiği kadına aşkını söylerdi.
Seyfi Cenap Berksoy, Selami İzzet Sedes, Nizamettin Nazif Tepedelenli ve Reşat Fuat Baraner olmak üzere hayatı boyunca 4 evlilik yapar Suat Derviş…
1905 yılında, İstanbul’da, dadılar ve hizmetçilerle dolu büyük bir konakta açar gözlerini dünyaya Suat. Liseye kadar evde eğitim görür. Arapça, Farsça, Alman dillerini çok iyi derecede; Fransızcayı ise aksansız konuşmayı öğrenir. Felsefe, mantık, astronomi, matematik, edebiyat ve müzik eğitimi alır.
Küçük yaşlardan itibaren okumaya ve yazmaya eğilimi vardır.
Suat Derviş ki, kelimelerle tarif edilemeyen bir güzellik. Sadece şiirin anlatabileceği… Gençlik yıllarında açık kumral saçları, beyaz teni ve mavi-yeşil gözleriyle alımlı bir kız. Annesinin makyaj malzemelerini gizlice kullanarak süslenir. Belki de ömrü boyunca dillere destan olacak bakımlı olma alışkanlığını, genç kızlığının bu ilk döneminde kazanır.
Bu arada etrafındaki erkeklerin dikkatini çekmekten hoşlandığını fark eder. Hem umursamaz hem de flörtöz davranışlarıyla erkeklerin akıllarını başlarından alır…
Aynı mahalle çocuklarıdır, evet. Ve Nâzım Hikmet ile ilk kez Birinci Dünya Savaşı sırasında babasına hastaneye yardım etmeye gittiğinde tanışır.
Çocukluğundan beri tanıdığı aile dostları Hikmet Bey ve Celile Hanım’ın oğlu, yakışıklı Nâzım Hikmet; o dönemde Heybeliada Bahriye Mektebi öğrencisi. Suat’la Nâzım, zaman içerisinde yakınlaşırlar. Toplu hâlde yapılan uzun geziler, yerini gizli ve baş başa geçirilen saatlere bırakır. Birlikte uzun kır gezileri yaparlar. Moda’da güneşin batışını izlerler, belki de birbirlerine şarkılar mırıldanırlar. Kim bilir?
Bunların hiçbirini bilemesek de Nâzım’ın Suat’a yazdığı “Gölgesi” adlı şiiri okuduğumuz zaman tahminde bulunmak hiç de zor değil. Duygusal ve romantik Nâzım’ın bu kıza âşık olmaması ise imkânsız…
Fakat o yıllarda Suat, kendisine âşık olunduğunda gülüp geçen, tuhaf ve biraz da şımarık bir kızdır. Bir gülümsemesiyle karşısındakini heyecanlandırsa bile Çerkez kökenlerinden gelen vakur duruşuyla âşığını şaşkına da çevirmesini bilir.
Suat’ın kız kardeşi Hamiyet, Suat ve Nâzım bir araya geldiğinde; kızlar, “Şair” diye çağırdıkları Nâzım’ın okuduğu dizelere hayran olurlar. Nâzım bu! Kendini bildi bileli şiir yazar ve yazdığı şiirleri sevdiklerine okur.
İlk şiiri henüz 16 yaşındayken basılır Suat Derviş’in. Hikâyesi de ilginçtir: Nâzım Hikmet’in ailesi, Suat Derviş’in ailesiyle komşu ve ahbap ya; bir gün Suat Dervişlerin evinde Nâzım, Suat evde yokken çalışma masasında unuttuğu “Hezeyan” isimli şiirini okur ve çok beğenir. Suat’ın annesinin izniyle Alemdar Dergisi’ne Yusuf Ziya Ortaç’a gönderir. Şiir beğenilir ve dergide yayımlanır.
“Zevkten, eğlenceden,
Ümitten, gayeden uzak yaşıyorum.
O kadar yalnız ve boşum ki…
Ne kalbimi tatlı, geçici bir heyecana uğratan
Küçük, munis bir sevgili;
Ne bütün mevcudiyetimi sarsarak beni sarhoş eden bir aşk;
Ne de sükûn ve teselli veren fırtınasız,
Saf bir merbutiyet…
Kimseyi sevmiyorum veya
Herkese karşı muhabbetle doluyum.
Fakat ruhumda birbirinden ayırdığım,
Birbirinden kuvvetli bulduğum hiçbir bağ yok…”
Suat Derviş, şiiri basıldıktan sonra bu olaylardan haberdar olur ve Nâzım’a çok sinirlenir. Ama içten içe bu durum gururunu okşar ve o saatten sonra hep yazar da yazar…
Gelelim Fosforlu Cevriye’ye…
Suat Derviş’in pek çok kez sinemaya uyarlanan o müthiş romanı…
Suat Derviş, kendi ifadesiyle hayatı boyunca kalemiyle geçindi. Gazetelerde tefrika edilen çok sayıda romanının bir kısmı basıldı, bir kısmı unutuldu. Hikâyeleri, haberleri ve röportajları birçok gazetede yayımlandı. Dostu Behçet Necatigil’e yazdığı bir mektupta, eserleri arasında şöyle bir ayrım yapar:
“Gazetecilikte yaptığım röportajlar beni hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirdi. Ve asıl sevdiğim romanlarım bu tarihten sonra yazdıklarımdır. En sevdiklerim, İstanbul’un Bir Gecesi, Yalının Gölgeleri, Ankara Mahpusu, Fosforlu Cevriye, Aksaray’dan Bir Perihan’dır…
Fosforlu Cevriye... Suat Derviş’in, kadın hareketinin henüz ‘emekçi’ eksenli düşünüldüğü bir dünyada bu alana yeni bakışlar kazandıran ve hâlâ okunan muhteşem romanı…
Hayatının farklı dönemlerinde 10 yıl Avrupa’da yaşayan, 1930 yılında cebinde sadece 80 Markla Berlin’e ayak bastığında, henüz 25 yaşındaydı ve ailesinden hiçbir koşulda para istememeye yemin etmişti Suat Derviş…
Almanya’nın belli başlı gazetelerine gidip yazı yazmayı teklif etmeyi kafasına koydu. Fakat bir tesadüf O’na bu kapıları açtı: Almanya’nın Voss Gazetesi adına Türkiye’den haberler yapan Doktor Feldmann, yazılarını ve romanlarını yakından bildiği ve Türkiye’deki başarılarına şahit olduğu Suat Derviş’in Berlin’e gelişini haber yaptı.
Ünlü yayın şirketi Ullstein’e iş için giden Suat Derviş burada gazetelere haber olduğunu öğrendi ve bu şansı sonuna kadar değerlendirdi.
Berlin yıllarında büyük bir kayıp yaşadı Suat Derviş... Dil kanserine yakalanan babası İsmail Derviş, 1932 yılında ailesiyle birlikte Berlin’e geldi. Masraflı bir tedaviyle babasının ömrünü uzatabileceği ümidine kapılan yazar, bu parayı bir araya getirebilmek için 15 gün içinde bir roman kaleme aldı. Kazandığı yüklüce parayı da tedaviye harcadı. Girdikleri ortak yaşam mücadelesini kaybeden aile, maddi olarak da sıfırı tüketmiş duruma geldi. İsmail Derviş’in cenazesini Türkiye’ye bile getiremediler. Bugün Berlin’de, Müslüman Mezarlığı'ndadır yeri…
Almanya’nın ekonomik kriz içinde olduğu bu dönemde Suat Derviş, çok çalıştı, iyi kazandı ve iyi yaşadı. Ancak Almanya’nın hızla faşizme sürüklendiğinin ve bir yabancı için artık burada çok zamanının kalmadığının farkındaydı.
Berlin’de Edebiyat Fakültesi’nde okuyan, Almanca makaleler ve romanlar kaleme alan, İstanbul’a dönüp gazeteciliğe gönül veren bir kadının gayreti ancak delilikle açıklanıyordu. Kolay yılacak bir kişilik değildi Suat Derviş…
Cumhuriyet gazetesinin 1933 yılında yaptığı “Kadın erkekle bir olabilir mi?” başlıklı ankete “Hâlâ mı bu sual? Bu, erkekler namına ağlanacak bir hâldir!” cevabını verecek kadar emindi kendinden…
Avrupa’ya gidip Lozan Konferansı’nı izleyen ilk kadın gazetecimizdir Suat Derviş... Ülkemizdeki ilk basın sendikasını oluşturan ve başkanlığını da yapan…
Devrimci Kadınlar Birliği’nin kurucusu... Günlük gazetelerde ilk ‘kadın sayfası’nı hazırlayan... Yılmaz bir feminist, kadın hakları savunucusu...
Dört defa evlendi dedim ya: Son eşi TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’di… Baraner, ATATÜRK’ün teyzesinin torunuydu. Suat Derviş düşüncelerinin bedelini hapse girme, sürgüne gitme pahasına ödedi. Fransa’daki kız kardeşinin yanında yıllarca ‘muhacir’ oldu. Nazım’la da Moskova’da görüştü.
Yaşamı boyunca maruz kaldığı aşırı stres, polis baskısı ve sağlıksız yaşam koşulları yakasına erken yapıştı ve şeker hastalığının pençesinde, 23 Temmuz 1972’de, İstanbul’da ayrıldı aramızdan...
Arkasında pek çok anı ve Nâzım’ın O’nun için yazdığı “Gölgesi” adlı şiiri kaldı. Anısına, Türk edebiyatına katkısına, dimdik duruşuna ve muhteşem üretimlerine saygıyla…