Bugun...


Baha Akıner

facebook-paylas
Kemalettin Tuğcu, 121 yaşında…
Tarih: 27-12-2023 09:28:00 Güncelleme: 27-12-2023 09:28:00


 
27 Aralık 1902’de, Çengelköy’de, dedesinin özenle yaptırdığı köşkte, Şaziment Hanım ve Galip Bey’in dört çocuğundan ikincisi olarak dünyaya gelir. Kemalettin Tuğcu, 121 yaşında…
 
Padişah Vahdettin’in sarayının hemen yanındaki bu büyük ahşap köşk, II. Abdülhamit’in ünlü komiseri Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın muavini Faik Bey’in köşküydü. Renk ahenk çiçeklerle, mor salkımlarla bezenmiş bir köşk. Doğduğu köşk de tıpkı bütün ahşap evler gibi yıkılacak, Kemalettin’in hayâl dünyasında yarattığı ‘Sırça Köşk’ler ise hep yaşayacaktı…
 
O köşke yerleşen yalnız ve hüzünlü bir adam olarak, hep bir çocuğa mutluluğa adanmış acıklı hikâyeler anlattı. Her bir satırda mutsuzluğu, acıları, kendi hayatı saklıydı. “Tahta Ev” adını verdiği eserinde şöyle diyordu örneğin: Mahalledeki evler birer birer yıkılmış, koskoca apartmanlar dikilmiştir. Artık tahta evde oturanları tanıyan kalmamıştır. O evde bir oğlan çocuk vardır; hep cumbasının içinde oturur ve caddede oynayan çocukları seyreder…
 
2 ayak tabanı içe dönük olarak doğar Kemalettin. Sakat bebek; aileye sevinçten çok, acı getirir. Henüz bir haftalıkken, bir çıkıkçı, ayaklarını tahtalara sarar minik Kemalettin'in. Sargıların açılmaması tembihine rağmen baba, bebekten yükselen feryatlara dayanamaz. Ve sargıları açar...
 
“İşte babamın acıma duygusu yüzünden; ben sakat kaldım ve ömrüm boyunca, sakatlığın bütün ıstırabını çektim. Bu sakatlık yüzünden, gençlik hayatımı yaşayamadım ve okula da gidemedim. Çünkü her iki ayağımda da yaralar açılır, aylarca yürüyemezdim. Ancak evin içinde, dizlerimin üzerinde dolaşabiliyordum.” diyerek anlatır o acılarla dolu günleri…
 
*****
 
Birkaç kuşak; ağlamayı, O’nun romanlarıyla öğrendi. ‘Ağlamayı öğrenmek’ önemlidir. Bu da bir duygusal eğitimdir bana göre. Bugün artık; ağlamayı, acımayı bilmeyen, empatiden yoksun, olabildiğince bencil çocuklar yetişiyor. Eğer niye ağladığını bilirse insan; adım adım sonunda gülmeye çıkacak içsel yolculuğunda, verimli ve geriye dönüşü olmayan kalıcı bir yol kateder. Ve her acı, mutlaka umutlu bir sona bağlanır. Hayatın doğal akışı gibi…
 
“Ben edebiyatçı değilim, romancı değilim. Ben yazma hastasıyım” diye tarif ediyor kendini Kemalettin Tuğcu…
 
Kemalettin Tuğcu ki; bir yandan, “Ben yazdığım kadar yaşarım. Bana tesir eden bir küçük olayla içimden geldiği gibi yazmaya başlarım. Heyecanım süresince yazarım; edebi, ilmi, politik bir iddiam yoktur” diyerek konumunu keskin bir çizgiyle çiziyor. Bir yandan da, “Ben gökyüzüne çıkıyorum, dünyayı oradan seyrediyorum. Gökyüzüne çıktığımda her yeri görebiliyorum. Benim dünyam bambaşka” diyerek onu yazmaya iten her şeyi yalnızlık çemberinin içine alıyordu…
 
Sınırlarını duygu dünyası ve etrafında gelişenlere göre belirlediği bir yalnızlık çemberi vardı. Hayatı oradan izledi ve sadece yazdı…
 
“Mütareke yıllarında başlayan bu yazma hastalığı, beni melankolik bir insan yaptı. Bütün o hayatı, çocukluğu ve gençliği yazarak yaşadım. Kâğıdı makineye taktığımda, Ne yazacağımı bilmem. Kelimeler birbiri ardına gelir.” der yine bir yazısında. Yazmak, tek tesellisi hayatı boyunca. Kurşun kalemi ve defteri, sürekli yastığının altında...
 
*****
 
Okula hiç gidemedi. Okumayı; babası, ağabeyi Nurettin’e öğretirken o da onları dinleyerek kendi kendine söktü. Okumayı öğrenince soluğu babasının kitaplığında aldı. Bunun yanında tarih öğrenmiş, dayısının yardımıyla Fransızcasını çeviri yapabilecek kadar geliştirmiş ve bir mektepte daktilo yazmayı öğrenmişti…
 
Sakatlığı O’na; sokaklar, oyunlar, arkadaşlar yerine kitaplarla çevrili kocaman bir hayâl dünyası kurmuştu. O, çemberi hep biraz daha genişletti. Yaşa(ya)madığı hayat orada, gözlerinin önünde öylece duruyordu. Bu sakatlık O’nu insanlardan uzaklaştırdıkça gözyaşlarıyla yazmaya yakınlaştırdı…
 
Yazma isteği; hayatında ilk kez melankolik bir ânında, annesinden defter istemesiyle başladı. Kalemleri bir defterden diğerine geçerken tükeniyor, kuramadığı tüm oyunları, gidemediği yolları, dönemediklerini hep yazıyordu. Annesi de, her ağladığında O’na defterler getirmeye devam ediyordu. Babasının aksine annesinden hep sevgiyle söz ederdi. Şaziment Hanım; oğlu için, çok güzel keman çalan, hep yanında olan sevgi dolu bir kadındı. Baba karakteri ise romanlarında en katı haliyle yer alıyordu…
 
*****
 
Dile kolay, tamı tamına 312 romanı yayınlanır. Ama birçok kitabını da yakmıştır. Nuriye Akman’ın kendisiyle yaptığı röportajda, bu konuyu sorması üzerine, bakın ne cevap verir:
 
“Evet, yaktım... Ama neden yaktım? Şiirimle anlatayım: 
 
Yaktığım kitaplarım!
Onlar; 
Benim ömrümü alıp giden kuşlardı.
Yıllarca beni oyalamışlardı...
 
Onlar;
Benim Aşk'larım, 
Kara Sevda'larım;
Kimi bitmiş tükenmiş,
Kimi daha yarımdı...
 
Onlar;
Benim gözyaşım, 
Kanım, 
Alın terimdi...
 
Onlar;
Benim içi boşalmış,
İlaç şişelerimdi...”
 
Kitapları yayımlanmaya başladıktan sonra baskı üstüne baskı yapmıştı. Bunun üzerine “Ben edebiyatçı değilim” söylemini destekleyen ilginç bir şey yaptı ve başkalarının kitaplarını okumayı bıraktı. Hatta 50 yılı aşkın süre film dahi izlemedi. En büyük korkusu bir başka yazardan esinlenmekti…
 
Yazdıklarının; kendi yaşamı ve hayâllerinin dışında bir şeye benzeme ihtimali, O’nu çok tedirgin ediyordu. Kendi çemberinde yaşamı ilerletmenin bir yolunu bulmuştu. Hayâl gücünün sınırsızlığına da güveniyordu. Bambaşka bir dünyası vardı ve nasılsa orada her şey yolunda gibiydi. Oğlu Yaman, babasının yazım ânını şöyle gözlemlemişti:
 
“Ben bir satır yazarken ikinci satırın ne olduğunu bilmem, derdi. Hele son zamanlarda bu evde yazı yazarken bakarsınız yazıya ara verir, gözünü dışarıya çevirir, bahçeye. Bakarsınız, suratı karmakarışıktır. Anlarsınız ki, roman kahramanı o anda kötü bir durumda. Aradan bir iki dakika geçtiği zaman yüzünde bir gülümseme, bir aydınlanma meydana gelir. İşte o zaman anlarsınız ki bu zordan kurtulmak üzeredir roman kahramanı…”
 
*****
 
Yazdıkları bir yandan çok okunurken, bir yandan yerden yere vurularak eleştirildi yıllarca. Duymuşsunuzdur: Kemalettin Tuğcu eserleri; bir neslin travma sebebidir, denir…
 
Hayata hangi dönemde, hangi pencereden baktığımızla değişir bu durum bana göre. Nihayetinde tek bir doğru yok. Hayat günden güne sorgulanması gereken bir yolculuk…
 
Okula hiç gidemedi. Okumayı; babası, ağabeyi Nurettin’e öğretirken o da onları dinleyerek kendi kendine söktü. Okumayı öğrenince soluğu babasının kitaplığında aldı. Bunun yanında tarih öğrenmiş, dayısının yardımıyla Fransızcasını çeviri yapabilecek kadar geliştirmiş ve bir mektepte daktilo yazmayı öğrenmişti…
 
Sakatlığı O’na; sokaklar, oyunlar, arkadaşlar yerine kitaplarla çevrili kocaman bir hayâl dünyası kurmuştu. O, çemberi hep biraz daha genişletti. Yaşa(ya)madığı hayat orada, gözlerinin önünde öylece duruyordu. Bu sakatlık O’nu insanlardan uzaklaştırdıkça gözyaşlarıyla yazmaya yakınlaştırdı…
 
Yazma isteği; hayatında ilk kez melankolik bir ânında, annesinden defter istemesiyle başladı. Kalemleri bir defterden diğerine geçerken tükeniyor, kuramadığı tüm oyunları, gidemediği yolları, dönemediklerini hep yazıyordu. Annesi de, her ağladığında O’na defterler getirmeye devam ediyordu. Babasının aksine annesinden hep sevgiyle söz ederdi. Şaziment Hanım; oğlu için, çok güzel keman çalan, hep yanında olan sevgi dolu bir kadındı. Baba karakteri ise romanlarında en katı haliyle yer alıyordu…
 
*****
 
Kemalettin, çemberini genişlettiği bir yalnızlığın içine gömdü kendini. Sadece yazdı, çizdi; yalnız kalabilmek ve yazmak, acısına iyi geliyordu. Çok kalabalık bir evde kendi sınırları içinde 26 yaşına dek insanlardan uzak bir hayat sürmüş, tek tesellisi de hayâlinde oradan oraya uçuşan kelimeler olmuştu. Bu süreci de şöyle anlatır:
 
“Sakatlığım yüzünden okula gidemiyordum. Arkadaşlarla oynayamıyordum. Gezmedim. Eğlenmedim. Parklarda, kırlarda sevişmedim. Herkes okur, sınıflarını geçer, meslekler tutarken ben köşkte annemle yalnız kalırdım. Mahrumiyet beni ağlatırdı. Benim kadar ağlayan genç, pek azdır sanırım. Ağladığımı sezen annem, hemen bir defter aldırırdı. Mütareke yıllarında başlayan bu yazı yazma hastalığı, beni melankolik bir insan yaptı. Bütün o hayatı, çocukluğu ve gençliği yazarak yaşadım…”
 
Sakatlığının ruhuna bıraktığı acıyı hiç dindiremedi Kemalettin Tuğcu. Ve anlatmaktan, yazmaktan hiç vazgeçmedi…
 
Kemalettin Tuğcu’nun romanlarındaki çocuk kahramanların hepsi de okumaya düşkündü. Okumanın ne kadar önemli olduğuna dikkat çekiyordu hikâyelerinde...
 
Örneğin Oyuncakçı Dede’de; özellikle kız çocuklarının mutlaka okutulması gerektiği vurgulanırken, Deniz Kızı’nda da romanın kahramanı, romanlar okuyup şiirler ezberliyordu. Arkadaşlarına kitaplarını ödünç veriyordu...
 
Romanlarında genellikle kitaplardan, gazete ve eğitim kurumlarından sık sık söz eden Tuğcu, çocukları okullarını bitirmeleri ve bir meslek sahibi olması konusunda teşvik ediyordu. Bununla birlikte bir de okurlarının kelime hazinesine yenilerini katma kaygısı güdüyordu. Mutlaka yeni sözcükleri metnin içinde kullanıyordu. Bu metinler atasözleri ve deyimler bakımında da zengin metinlerdi. Cumhuriyet Dönemi romanları okunurken en büyük sorun, kelime kullanımında yaşanan kopukluklardı. Tuğcu, bu anlamda önemli bir rol oynayacaktı…
 
*****
 
Çalışmayı çok seviyordu Kemalettin Tuğcu ve engellilerin yararlanacağı vergi imtiyazlarından da kendini muaf tutuyor, bu konuda şöyle diyordu: Ben evimden çıkıp 56 numaralı otobüse binmek için yürüyerek durağa kadar gidebiliyorum. Çalışıyorum ve para kazanıyorum. Sakatlığım; yaşamama, para kazanmama engel olmadığına göre…
 
İnsanlardan kaçarken, kadınlar konusu da bundan nasibini almıştı tabii ama yine burada da hayâl gücü devredeydi. Kadınlara yönelik her konuda yazıyordu. Üstelik okurlardan gelen tüm mektupları da bir bir kendisi yanıtlıyordu…
 
Yaşamın tam olarak içinde değildi ama dışında olduğu da söylenemezdi. Her ânı kaçırmadan gözlemlemenin kendince yollarını buluyordu. Bu dönemde kazandığı tecrübe, daha sonra “Dişi Kuş” serisi kitaplarına zemin hazırlamıştı. Tuğcu, böylece kadınlara hitap eden Aşk romanları da yazdı…
 
Tuğcu, Aşk romanları yazıyordu ama onu yaşayacağına inanmıyordu. O, kendince buna lâyık değildi. Gençlik yıllarında çocukluğundan bu yana başlattığı yalnızlığı, o içine kapanık hâli, bu duruma büsbütün uzaktı…
 
*****
 
1941 yılında, aile dostlarının manevi kızı Ayşe Beyhan’la tanıştırıldı ve evlendiler. Bir anda öylece, kolayca oluvermişti bu evlilik. Ne hissediyordu bilinmez ama belli ki O’nun da lâyık olduğu bir aile yaşamı vardı. Bu evlilik onlara Gülsevil ve Yaman adını verdikleri iki evlat getirdi…
 
Kızı Gülsevil, çocuk yaşlarını ve babasını şöyle anlatır: Çok ilgili bir babaydı. Benim bebeklerim olurdu. Babam onlara kendisi yatak odası takımı yapar, oturma odası takımı yapar, portatif iskemleler yapardı. Onlarla güzel evcilik kurardım ben. Boya yapar, yağlı boyayla gardıropları boyardı. Kenarlarına da lale motifleri, gül motifleri yapardı. Hep onlarla oynadık. Yani bizim çocukluğumuz, babamın bize yaptığı oyuncaklarla oynamakla geçti…
 
Gülsevil, babasının kendi içine dönük hâli ve güçlü hayâl gücünden de şöyle söz ediyordu: Rahatsızlığı olduğu için toplum içine çok karışamıyordu. Karışamadığı için çocukluğu da biraz sıkıntı içinde geçmiş, okumaya vermiş kendini. Çeşitli kitapları okuya okuya, bir şehrin, sokakları da dâhil olmak üzere en ince detayına kadar bilirdi. Bizde öyle rehber kitaplar vardı ki; mesela İzmir’in, Ankara’nın, semt semt bütün sokaklarını gösteren kitaplar. Bu şekilde sanki orada yaşamış, oraya gitmiş gibi. Bir de hayâl gücü çok kuvvetli tabii…
 
Beyhan Hanım 1987 yılında hayata veda edene kadar, gerçek bir aile hayatı yaşadı Kemalettin Tuğcu. Belki de babasına kırgınlığının yer yer dindiği ya da kendince daha iyi bir baba olma çabası içinde...
 
Çemberini işte burada daralttı. Yazarken dünyasına kimseyi almasa da, yaşarken paylaşmayı öğrendiği yerdi evi. Eşinin ölümü onu çok sarstı. 1990’ların başında tekrar Çengelköy’e döndü. Doğduğu köşke çok yakın evde, oğlu ve geliniyle birlikte yaşamaya başladı. Her şeyin yıllar sonra başa dönüşünün sarsıntısı da bavuluna girmiş, tüm kıyafetlerine kesif bir koku olarak sinmişti belki de. Beyhan Hanım hakkında şöyle diyecekti: Ben O’nu sevmeyi, O’nu kaybettikten sonra öğrendim…
 
*****
 
Hiçbir kitabında; cinayet, tecavüz, işkence yoktur Kemalettin Tuğcu'nun. Gaddar üvey babalar, kötü ruhlu üvey anneler vardır. Çocuklar dayak yer, evden kovulur. Ama hikâyelerinin sonları hep iyi biter. Hak yerini bulur. Çalışan, dürüst olan kazanır. Elması kızarır!
 
İnsanları sevindirmeyi severdi Kemalettin Tuğcu. Yazdığı hikâyeler hep güzel biter, umut verirdi. Bize yazdığını kabul etmese de; biz çocuklara, çocuklarına, hayâl kurmayı öğretti Kemalettin Tuğcu… Ve kendi hikâyelerinin kahramanı olmayı...
 
*****
 
Kemalettin Tuğcu, artık yaşlanmıştı. Ancak O, buna rağmen zamana ayak uydurmaya kararlıydı. Yazmaktan vazgeçmeyeceğine göre, roman kahramanlarıyla dönemi yakalıyordu. Daha öncesinde farklı mesleklerde çıraklık yaparak kaderini değiştiren kahramanları, şimdilerde içinde bulundukları imkânları değerlendiren küçük girişimciler olmuşlardı…
 
Oysa hayatın gerçekleri sanki artık daha acımasızdı. Çalışkan olmanın yetmediğini görebiliyordu. Çünkü artık geri dönülecek köşkler ya da kavuşulacak zengin akrabalar yoktu. Sokaktaki çocuklar gerçekten yoksul açmışlardı hayata gözlerini…
 
Hayatın gerçekleri gibi yazma rutini de değişmişti. Kızı Gülsevil son zamanlarını şöyle anlatır: Gözü iyi görmediği için çok yanlış yazmaya başlamıştı. Annemin vefatından sonra, toplumla ilgimi kesip babamla vakit geçirmeye başladım ben de. O söyledi, ben yazdım…
 
*****
 
"Ben yazdığım kadar yaşarım..." dedi ve 17 Ekim 1996'da, yazılarına da, bize de veda etti Kemalettin Tuğcu... Ardında, milyonlarca kederli çocuğunu bırakarak...
 
"İnsan, yaşadığı yere benzer..." demiş ya Edip Cansever, biz, Kemalettin Tuğcu'nun hikâyelerinde yaşadık. Kemâlettin Tuğcu, bizim hikâyelerimizi yazdı yıllarca. Biz, okumayı severler, işte onlara benzedik; onlar, bizim hikâyemizi yazdı sayfalarca...
 
Şimdi tam da bu 121. doğum gününde; hikâyelerinle, acılarla dolu ama olabildiğince üretken, iz bırakan yaşamınla anıyoruz seni...
 
Yoklukları, yoksunluklarına rağmen; hayatı ve yazmayı çok seven, çocuklara, hayatın kendisi gibi, acı dolu olsa da sonu hep umutlu hikâyeler anlatan ve bırakan bir Kemalettin Tuğcu geçti bu dünyadan dostlar…
 
Ruhun şad olsun, anısına ve iz bırakan üretimlerine saygıyla...




FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
HABER ARŞİVİ
GAZETEMİZ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI