Bugun...


Baha Akıner

facebook-paylas
Didem Madak, 54 yaşında...
Tarih: 08-04-2024 08:34:00 Güncelleme: 08-04-2024 08:35:00


 

 

“Kimi gün öylesine yalnızdım,
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem ki beyaz bir kadındır,
Ölüsünü şiirle yıkadım...
Bir gölgeyi sevmek ne demektir,
Bilmezsiniz siz bayım!
Öldüğü gece,
Terliklerindeki izleri okşadım…”
*****
Ölmedi; dizelerinde, şiirlerinde yaşıyor...
"Az sevme bilmiyorum ben. Çok sevdiğimdendir bu kadar incinmem..."
der ya hani, çok sevmelerin şairi...
*****
Anne tarafından Tireliydi, hemşerim de ya; 8 Nisan 1970’de, İzmir’de bir şair doğdu dostlar. Öyle böyle bir şair değil hem. Hayatta kaldığı kısa süre içinde Türk şiirine damgasını vuran…
Türkiye'nin en çok çiçek, anne, evlat ve kardeş sevgisi kokan şairi doğdu bugün...
*****
"Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım!
Bilmiyorsunuz darmadağın gövdemi.
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum, ışıkları yakmıyorum..."
diyen; çiçekli şiirlerle acıyı yoğuran şair doğdu bugün bir İzmir baharında...
Didem Madak, 54 yaşında...
*****
Didem Madak ki; annenin yokluğu gezinir dizelerinde, sanki yaşandığından daha fazla yaşanmış yüreğindeki içsesinde. Mutfaktaki, terliklerindeki yokluğu. Çok sevmelerin, sevinmelerin kadını olan; renk ahenk reçel kavanozlarını rafa dizen ama artık yaşamayan, ölüp gitmiş, yası tutulan bir anne vardır Ah’lar Ağacı’nda…
Annenin sevinciyle açılan ve yaşayan ev, kız çocuğun eğlenceli ve hülyalı, oyun dolu dünyasına sokar bizi. Kızın bebekle oynaması da anne çocuk ilişkisinin bir tekrarıdır. Yine sıcak, şefkat, derdini söyleme, meramını ifade etmeyle gelen barışla dolu bir anne kız dünyasını yineler…
Ya “Aşk diyorsunuz ya,
İşte orada durun bayım!
Islak, unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım;
Kendimin ucunda,
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan” dizeleri…
*****
Dedim ya dostlar: Türkiye’nin dizelerinde en çok çiçek, anne ve evlat kokan şairi diye… İşte o şair bakın kendini nasıl anlatıyor:
“Hayat hikâyelerine bayılırım. Ben toprağa 36 numara ayaklarıyla basan, biraz şaşkın bir kadınım. Yerde ne var? Yer boncuk! Gökte ne var? Gök boncuk! İşte ortasında ben varım…
…Hayatım uzun süren bir şaşkınlıktan ibaret olacak sanırım. Uslu, içine kapanık bir çocuktum ben. Ancak nedense birdenbire olmadık şeyler yapardım. İlkokul 1. sınıftayken evden kaçtım mesela…
…Lisenin bahçesine gidip ayaklarımı kırmızı balıklı havuzun içine soktum. İğde ağaçları vardı bahçede bir de. Beni akşama buldular. O gün annemden yediğim dayak beni epey idare etti. 18 yaşıma kadar bir daha evden kaçmadım.
Sonra 18 yaşımdayken bir daha evden kaçmaya karar verdim. Babama hitaben artık büyüdüğümü ve diğer bazı ehemmiyetli hususları belirten bir mektup yazdım. Sanırım kırmızı balıklı havuzu özlemiştim. Ancak bu kaçışımda bir daha eve dönmedim. Hatta evlenip kaçarak evlenen ilk şehirli kız unvanını aldım…
Yine ilkokuldayken, bizim sınıfta hep şımarık zengin çocukları vardı. Müstahdemin oğlu da bizim sınıftaydı. Onu hep iter kakardık. Çok ezik ve sessizdi. Bir gün işi iyice azıtıp onu köşeye sıkıştırdık ve mataralarımızdaki suyu kafasından döktük. Soğuktu. Üşümüştü ve titriyordu. Birden gözlerim O’nun kapkara, kocaman ve acı çeken gözleriyle karşılaştı. Afalladım ve kalakaldım. Eğer şairler birdenbire şair oluveriyorlarsa ve ben de eğer bir şairsem, işte o gün şair olmuşumdur kesin. Belki o kara ve kocaman acıdan özür dilemek için yazıp duruyorumdur…
...13 yaşımdayken annem öldü. Hani bazı insanlara isimleri çok yakışır ya, işte annem o insanlardandı. İsmi Füsun’du. Annemden bana kalan tek miras bir sihirdir. Onu ne zaman özlesem hep bir şiir yazdım…
…Çocuk romanlarını çok severim. Özellikle Uzun çorap Pippi’yi. O benim kahramanımdır. Çilli, kırmızı saçlı ve palavracıdır. Bir gün hayatımı hiç nokta konulmadan yazılmış bir çocuk romanı olarak yeniden kurmak istiyorum. Belki her noktanın bir süre sonra kanayan bir virgüle dönüştüğünü bildiğimden…
...Aniden şiir yazmayı bırakıp, çocuk romanı yazmaya karar verebilirim. Zaten hiç prensibim olmadı benim. Bazen “Bak kızım şu üç günlük dünyada senin de bir prensibin olsun, bak elâleme nasıl prensip sahibi” diye nasihat ediyorum ama olmuyor. Olamıyor. Dolayısıyla şiir yazmak gibi bir prensibim yok. Derdimi anlatmaya çalışıyorum ben. Patates baskısı yaparak derdimi anlatmam mümkün olsaydı, kuşkusuz öyle yapardım. Hem eğlenceli olurdu böylesi. Hem daha az zarar verirdim kendime…
…Pek çok işte çalıştım. Sekreterlik, anketörlük, pazarlamacılık, tezgâhtarlık… Hepsinden de istifa ettim. İstifa etmeyi çok sevmişimdir hep. Tam benim tarzım. İstifa etmek kendimi çok asil hissetmemi sağlardı. Bence herkes en azından bir kere şöyle anlı-şanlı istifa etmelidir. Tavsiye ederim…
…Boşandıktan sonra bir bodrum katında yaşamaya başladım. İkide bir su basardı orayı. Ben de eşyaları bir kenara toplar, sabırla pis suyu boşaltır ve Tanju Okan’ın `Kadınım’ şarkısını mırıldanırdım. “Sevdiğim o kadın yok artık bu evde” pis su boşaltıp ev temizledikten sonra, sevdiğim o kadın olurdum ben yine. Kendimi iyi ve güçlü hissederdim. Çapkın hayâllerin çirkin ördeğiydim ben orada. Öyle çok mutlu oldum ve öyle çok acı çektim ki özgeçmiş falan hikâye, benim orada geçirdiğim üç yılda en özlü geçmişim saklı. Bir insanın hayatındaki en özlü şeyin, delirmek olduğunu fark ettim ben orada…
...Tam artık hayattan istifa edip, kendimi hepten asil sanacağım sırada oradan taşındım. Taşınmam gerekti. Kapıya kimin olduğunu bilmediğim şu iki dizeyi kurşun kalemle yazdım:
“Irmağımda başımın döndüğü yıllardı,
Geçtiğim her yerde benden bir şeyler kaldı…”
Sonra içime ve hatta dışıma kapandım. Küsmek gibi bir şey… Bir çeşit gölge fesleğeni… Bir çeşit olmayan hayat… Zaten hiçbir şeyi kararında bırakamamak ve ortasını bulamamak gibi bir sorunum var benim. Epeyce göçebe yaşadım, sadece iki valizim oldu. Bir yığın insan tanıdım. Ama hep yalnızdım…
…Herkes nasıl oluyorsa kafasının içinde dolaşan kırk tilkinin kuyruklarını birbirine değdirmemeyi başarıyor. Bende bir kısa devre durumu var, organizasyon bozukluğu…
Hay Allah, Mustafa Topaloğlu gibi konuşmaya başladım. Ama bu işime geliyor biraz, beni eğlendiriyor. Prens Mizkin’in dediği gibi “Budala olsaydım, budala olduğumu düşündüklerini anlar mıydım hiç?”
Bütün bu karışıklığın üstesinden gelmek için şiir yazıyorum. Benim gibi sağı solu belli olmayan biri için ve bir göçebe için şiir, iyi bir yol arkadaşıdır. Yerin yedi kat dibine de gitsen, göğün yedi kat üstüne de çıksan seninle gelir. Şiir imkânsız bir şeydir, mümkün değildir, çaresizdir. Bunu hissediyorum ben hep onda kendi umutsuzluğumu buluyorum…
…Hani Yılmaz Güney’in “Umutsuzlar” diye bir filmi vardır. Hani Filiz Akın balerindir. Fırat ya aşkı ya silahı seçmek zorundadır. Aşkı seçer ama vurulur. İşte ben şiirlerimde Fırat’ın vurulduğu sahneyi yazıyorum…
Gelinciklerle dolu tarlalara baktığımda üzüntüsünden kan tüküren Allah’ı görüyorum. Aslında bir tür veremli kız şarkısı söylüyorum, herkes bunun şiir olduğunu düşünüyor. Ne yapayım, aşkın başka türlüsünü bilmiyorum…
…Dergilerde falan bazen okuduğum şiirler öyle süslü ve özenli ki, bazen utanıyorum. Ben herhalde gündelik hayatımda süslü bir kadın olduğumdan, şiirlerimi süsleyip, saçlarını tarayamıyorum, vakit olmuyor. Benim şiirlerimin öbürlerinin yanında hamamdan çıkmış ahretlikler gibi bakımsız durduklarının farkındayım. Bu yüzden sanırım hep acemi bir şair olarak kalacağım. Zaten hiç oturup şurasını şöyle yazayım, hatta şurasına bir kuş kondurayım diye düşünmüyorum. Yazıyorum sadece…
Ayrıca o güzel ve süslü şiirler aynı bizim köşe başlarındaki Noel Baba’lara benziyorlar. Pamuk sakalları, doğulu ve esmer yüzlerini saklayamıyor bir türlü. Yine de tonton ve şirinler tabii. Ben yine de komşu teyzelerin rüyâsına giren nur yüzlü, aksakallı dedeyi daha esaslı buluyorum. Gaipten gelecek her türlü haberi dikkatle dinlemek lazım geldiği kanaatindeyim…
…Edebiyat dünyasında neler olup bittiğinin pek farkında değilim. Dergileri de elime geçtikçe okuyorum. Mutlaka iyi şeyler oluyordur. Kendimi edebiyat dünyasına ait hissetmiyorum. Ben daha kıyıda köşede bir yerdeyim. Zaten son üç senede genelde Peygamberler Tarihi, Gazali, Arabi, Şeyh Galip, Mevlana falan okudum. Bu yüzden son dönemde bir edebiyat okuru bile sayılmam. Ama beni en çok etkileyen şairlerden biri Edip Cansever’dir. Bir dönem kendimi Cemile Hanım yerine koyup mektuplar yazdım. Ancak Hilmi Bey yeterince Hilmi Bey olmadığından, vazgeçtim mektup yazmaktan O’na…
…Kadınlar hâlâ bezik oynuyorlar mı bilmem. “Her şeyi gördüm, içim rahat” diyebilecek kadar iyi bir şair değilim. Ben “Eh bir şeyler gördük işte!” diyebiliyorum sadece. Son dönemde elimden geldiğince bir hanımefendi gibi davranmaya çalışıyorum. Okulu bitirip hayata atılacağım artık. Hukuk Fakültesi son sınıftayım. Ben de çilemi bu şekilde dolduruyorum işte…
…Kedileri çok severim. Sokakta geçenlerde bir tane gördüm. Siyah, uzun tüylüydü. Göğsünde beyaz bir leke vardı. Bembeyaz, pos bıyıkları vardı. Aynı Nietzsche’ye benziyordu. Alıp eve getirsem, teyzem istemezdi herhalde. Üzgünüm, Nietzsche sokakta kaldı…
…Yürüyen merdivenlerden korkuyorum. Ben gideceğim yere kendim giderim. Ne münasebetle kayıp gidiyor onlar. Anlatabileceklerim şimdilik böyle, çok eğlendim teşekkürler…”
Biz sana teşekkür ederiz Didem Madak. Ne yaşadıysan onu yüreğinden damıtıp kaleme döktüğün için. Yazdıklarınla yüreğimize dokunduğun için hem. Yeri ve zamanı geldiğinde bize sığınacak dizelerle dolu bir dünya bıraktığın için…
Şiirlerin, dizelerin; yokluğundan beri yorulmaksızın an be an kanat çırpan bir güvercin gibi havalarda, aforizmalarında her buluştuğumuzda...
*****
"Anlatarak bitiriyorum hayatımı,
Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat.
Bir çiçek çizdim bu akşam avucuma,
İsmini her şey koydum…
Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan;
Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım, yıldızlı bir gecenin…"
Kim bilir daha neler anlatacaktı ya, dar vakitlere sığdırdı onca şiirini. Kedilerden, muhabbet kuşlarından, çikolatadan, Pulbiber Mahallesi’nden, ahlat ağacından yana boldu lafları oysa...
"Kim bir şairi kırsa;
Şair gider, uzun bir dizeyi kırar mesela…
Bilirim; kim dokunsa şiire,
Eline bir kıymık saplanacak…
Bilirim; kırılmış dizeleri tamir etmez zaman ,
Yorgunum oysa..."
Genç yaşına rağmen yorulmuştu artık. Bir hastalık geldi, bırakmadı yakasını…
"Ölüm, çok iri bir sözcük değil bayım" diyerek, kolon kanserinden öldü Didem Madak...
Şimdi yitik bir zamanda, başka bir diyarda. Belki bizi bekliyor, tüm şiir yüreklileri...
Ruhun şâd olsun Didem Madak...
Huzurla uyu. Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla...




FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
HABER ARŞİVİ
GAZETEMİZ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI