Bugun...


Baha Akıner

facebook-paylas
AHMET HAMDİ TANPINAR
Tarih: 02-03-2024 13:21:00 Güncelleme: 02-03-2024 13:21:00


 

Ahmet Hamdi Tanpınar, "Yeni Türk Edebiyatı bir medeniyet krizi ile başlar. Asıldan kopuşun moderne yönelişin krizidir aslında bu kriz. İşte tam bu noktada aslını inkâr edenlere karşı aslına sahip çıkan bir yazardır." der Tarık Buğra için. 30 yıl oldu aramızdan ayrılalı. 26 Şubat 1994’te, İstanbul’da, Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde…

Tarık Buğra...

Gazeteci, roman, oyun, fıkra ve hikâye yazarı. Özellikle romanlarıyla ön plana çıksa da aynı zamanda bir devlet sanatçısı…

Ahmet Hamdi Tanpınar devam ediyor anlatmaya: O yüzdendir ki Tarık Buğra, değerlerine sahip çıkan bir nesil yetiştirmek ister. Şu ana kadar döneminin siyasi ve sosyal olaylarına bu denli ayna tutan bir kitap okumadığımı, Tarık Buğra kitaplarını okuyunca daha iyi anladım. Romanları ve makaleleri, medeniyet değişimi yaşayan Türkiye halkına çok şeyler anlatıyor bana göre. Objektif bir bakış açısıyla işlediği meseleler ve bu meseleler içindeki insan faktörü bize bir duruş, bir bakış ve bir anlayış veriyor. Ve ilginçtir; hemen bütün kahramanları bir arayış içindedir. Sanki savaşlarla yorulmuş, politik oyunlarla yozlaşmış; medeniyetini kaybetmiş bir toplumun arayışını kahramanlarına yüklemiş gibidir yazar, belki kendi arayışını da…

*****

2 Eylül 1918’de Akşehir’de doğar Süleyman Tarık. Evet, 2 isimlidir Süleyman Tarık Buğra…

Akşehir'de ağır ceza hâkimi olarak görev yapan Erzurumlu Mehmet Nazım Bey’den olur, Akşehirli Nazike Hanım’dan doğar Süleyman Tarık…

İyi eğitim almış kültürlü bir baba ve tekke kültürüne hâkim bir anneye sahip olan Süleyman Tarık, küçük yaştan itibaren kitaplara ilgi duyar...

“Bir insanın anavatanı çocukluğudur” derler ya, çocukluğunun geçtiği Akşehir'i eserlerinde hep mekân olarak kullanmıştır. İlk ve ortaokulu Akşehir'de okur. Ortaokulda; özellikle rubaileriyle tanınan, hece ve aruzla pek çok şiir yazan fikir ve sanat adamı Rıfkı Melul Meriç’in öğrencisi olur…

1933'te ortaokulu bitirir ve İstanbul Erkek Lisesi’ne yatılı olarak geçer. Buradaki öğretmenleri de; eğitimci, gazeteci, yazar, şair ve mütercim Hakkı Süha Gezgin ve eğitimci, halkbilimcisi, halk edebiyatı ve folklor araştırmacısı Pertev Naili Boratav olacaktır…

10. sınıfta yazar olmaya karar verir. ‘Tarık Nazım’ takma adıyla hikâye ve şiirler yazmaya başlar. Okulun yatılı kısmı kapanınca Konya Lisesi'ne geçer ve buradan 1936 yılında mezun olur…

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 2 yıl okuduktan sonra 1938 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne geçer. 1938 yılı Tarık Buğra için önemlidir. Bu durumu sonrasında bir röportajında şöyle aktarır:

“Benim hayatımın özeti 1938 ile 1950 arasıdır. İsteyen serserilik yılları desin, ben ‘kendimi arayış’ diyorum. O yıllarda ben kendimi aradım ve buldum. Çok şükür buldum. Fakülteden kopuşum bu yüzdendir, politikadan kaçışım bu yüzdendir, bana verilen imkânlardan kaçışım bu yüzdendir. Sırf kendimi kurtarayım, kendimle kalayım, bana kimse yol göstermesin, yapmak istediğimi engellemesin, yapmak istemediğime zorlamasın diyedir bu kaçışlar. Benim hayatımın özeti bu…”

Parasızlık nedeniyle zor bir öğrencilik dönemi geçirir ve 3 yıl sonra 1941’de mezun olamadan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden de ayrılır, askere gider. 1942-1945 yılları arasındaki 3 yıllık askerlik görevi sırasında bıyıklarını kesme kuralını ihlal ettiği için 11 kez sürgün yaşar. İlk piyeslerini ve ilk romanını askerliği sırasında yazar…

*****

İlk eseri, "Akümülatörlü Radyo" adlı piyestir. Eser, Şehir Tiyatroları tarafından reddedilince, ‘Yalnızlar’ adıyla roman hâline getirir. İlk kez 1948 yılında Çınaraltı dergisinde yayımlanan roman 3 bölümden oluşur. Roman; Hürrem, Murad Kervancı ve Doktor Rıza Candaş arasındaki aşk üçgenini anlatır…

Askerlik hizmetini tamamladıktan sonra İstanbul'a döner ve 1947'de Edebiyat Fakültesi'ne kaydolur. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan'ın öğrencisi olacaktır. Bir yandan da Şişli Terakki Lisesi'nde muallim muavinliği yapar…

1948'de yazdığı "Oğlumuz" adlı hikâyesi Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmada ikincilik ödülüne layık görülür. Bu ödül ona edebiyat ve basın dünyasının kapılarını aralar…

1949'da ilk öykü kitabı olan ve içinde 13 öykü bulunan Oğlumuz’u yayımlar…

Çınaraltı dergisini çıkaran Yusuf Ziya Ortaç, kendisine dergiye katılmasını, ‘Sanat Hareketleri’ başlıklı sütunda her hafta bir öykü yazmasını önerir. Dergiye gönderdiği ilk hikâye, ‘Havuçlu Pilav Meselesi’ adlı hikâyesidir…

Bu dönemde basın dünyasından da iş teklifleri alır. Bu teklifler sayesinde basın hayatına atılmak için cesaret bulur ve Edebiyat Fakültesi’nden mezuniyet tezini vermeden ayrılır…

1949 – 1952 yılları arasında Akşehir’de babası Mehmet Nâzım Bey’le birlikte “Nasreddin Hoca” gazetesini çıkarır…

1950'de Jale Baysal ile evlenir. 19 Aralık 1951’de kızları Ayşe dünyaya gelir…

1952 yılı Tarık Buğra için zor bir yıldır. Babası Mehmet Nâzım Bey’i kaybeden Tarık Buğra, gazeteyi elden çıkarır ve İstanbul'a döner. Aynı yıl, ikinci hikâye kitabı “Yarın Diye Bir Şey Yoktur”u yayımlar…

Tarık Buğra, “Yarın Diye Bir Şey Yoktur” adlı kitabında insanın değişmeyen yanlarını aktarır. Bunu eskimeyen bir Türkçe ile duyguları ve düşünceleri zenginleştiren bir anlatımla yapar…

1952 - 1956 yılları arasında Milliyet, Vatan, Yeni İstanbul gibi gazetelerde edebiyat tenkitleri ve denemeler yazar. Gazeteciliğinin bu ilk yıllarında Abdi İpekçi, Reşat Ekrem Koçu ve Peyami Safa ile çalışma imkânı bulan Tarık Buğra, 1954 yılında üçüncü öykü kitabı “İki Uyku Arasında”yı yayımlar…

Gazeteciliğinin yanında tür gözetmeksizin yazmaya başladığı en verimli yıllarıdır aslında Tarık Buğra’nın. “İki Uyku Arasında”yı, 1955 yılında yayımladığı “Siyah Kehribar” adlı roman takip eder. Fakat dönemin faşist İtalya'sında geçen roman pek çok eleştirmen tarafından hoş görülmez ve yazar küserek edebi üretim olarak bir bekleme dönemine girer…

Gazeteciliktir sarıldığı…

1956-1957 yıllarında Vatan ve Yenigün gazetelerinde Yayın Müdürü olarak çalışır. 1958'de Milliyet gazetesi spor sayfası sorumluluğu yapan Tarık Buğra, aynı yıl Tercüman ve Yeni İstanbul gazetelerinde de yazarlık görevini sürdürür…

1959'da önce Tercüman'ın, ardından Yeni İstanbul'un, ardından da Türkiye Spor isimli günlük spor gazetesinin Yayın Müdürlüğünü yapar...

Bir insanın mutlak mahkûmiyeti kelimeler olursa ve o insan her şey kötüyken bile yazdıkça rahatlayan ve yazdıklarıyla dünyayı güzelleştirmeye çabalayan bir insansa; mümkün mü başka bir seçenek, yazmaktan başka!..

*****

Ve Küçük Ağa…

1963 yılında, Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen ve sonrasında TRT’de dizi olarak yayınlanan “Küçük Ağa” romanını “Yeni İstanbul” dergisinde yayımlar. Roman, 1964 yılında da kitap olarak basılır. Çok olumlu tepkiler alan roman; edebiyat kuramcısı, eleştirmen, edebiyat tarihçisi, yazar ve o dönem İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi dekanı olan Mehmet Kaplan tarafından mezuniyet tezi olarak kabul edilir. Ve böylece Tarık Buğra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden diploma alır…

Küçük Ağa, Tarık Buğra’nın en tanınmış eserlerinden biridir. Roman; Kurtuluş Savaşı’nın, küçük bir Anadolu kasabasından görünüşüdür. Eser; Milli Mücadele yıllarında Türk toplumunun zorlu koşullar altında verdiği mücadeleyi, Kuvâyi Milliye'yi anlatmaktadır. Küçük Ağa; Tarık Buğra'nın deyişiyle "Destanlara yakışır bir konuyu ele almasına rağmen, destan olmayan, gerçekliği anlatan…" bir eserdir. TRT tarafından Yücel Çakmaklı'nın yönetmenliğinde 1983 yılında diziye uyarlanmıştır. Kitap da, dizi de yayımlandığı yıllarda büyük ilgi görmüştür…

“Karargâh, istasyonun otuz adım kadar sağındaki hükümet konağında kurulmuştu. Tevfik Bey ise, konağa bitişik iki katlı evde yatıp kalkıyordu. Odanın pencereleri güneye doğru ekip biçmeye pek elverişli bir sırt halinde uzanırken bir vadiden sonra birdenbire keskin ve sarp kaya blokları şeklini alıveren tepelere bakıyordu. Soldaki büyük misafir odasında konağa açılan bir kapı vardı. Asma bir merdivenle küçük avluya inilirdi. Avluda ahırlar, kümesler vardı, bir kapı da mutfağın, kilerin ve gusülhâneli bir odanın bulunduğu zemin kata açılıyordu. Burada devamlı olarak on beş muhafız bulunurdu. Tevfik Bey’e gitmek için bunların önünden geçmek şarttı. Evin diğer yanları ise silah tarlası idi…”

Tarık Buğra; Küçük Ağa’da, büyük bir imparatorluğun acı sonunu ve onun küçük bir sembolü diyebileceğimiz bir Anadolu kasabasını ve çevresini, orada yaşanan dramatik ve trajik olayları, gerçeğe uygun bir şekilde dile getirmiştir. Küçük Ağa’yı Milli Mücadele’yi konu edinen diğer romanlardan ayıran en önemli özelliklerinden biri de budur…

*****

“Küçük Ağa”nın ardından dördüncü öykü kitabı olan “Hikâyeler”i 1964 yılında, “Küçük Ağa”nın devamı olan “Küçük Ağa Ankara'da” adlı romanı 1966 yılında ve ardından da ‘Komik-i şehir Naşit'in hayatını anlattığı “İbiş'in Rüyası” adlı romanını 1970 yılında yayımlar. “İbiş'in Rüyası”, 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması'nda başarı ödülünü kazanır…

Buğra, 1970 - 1976 yılları arasında Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı ve sanat sayfaları düzenleme işini sürdürür. 1976'da Tercüman gazetesinden emekli olur ve kendini tamamıyla edebiyata verir…

“Firavun İmanı” adlı romanını 1976 yılında,

“Dönemeçte” adlı romanını 1978 yılında,

“Gençliğim Eyvah” adlı romanını 1979 yılında ve

“Yağmur Beklerken” adlı romanını 1981 yılında yayımlar...

Bu romanlarda Cumhuriyet'in çeşitli evrelerini, demokrasiye geçiş sürecindeki çalkantıları konu edinir…

Bu dönemde Devlet Tiyatroları'nda Edebi Kurul Başkanlığı ve Edebi Kurul üyeliği de yapan Tarık Buğra, 8 Eylül 1977'de hikâye yazarı Hatice Bilen ile ikinci evliliğini yapar…

Tarık Buğra’nın 1966 yılında yayımladığı “Ayakta Durmak İstiyorum” ve 1981 yılında yayımladığı “Üç Oyun” adlarıyla kitaplaştırdığı piyesleri çeşitli kurumlar tarafından defalarca sahnelenmiş romanları da TV dizisi haline getirmiştir…

Tarık Buğra kendi fıkralarından seçmelerini; 1964 yılında “Gençlik Türküsü”, gezi notlarını 1962 yılında “Gagaringrad”, dil ve edebiyat üzerine yazılarını 1979 yılında “Düşman Kazanmak Sanatı” ve denemelerini ise aynı yıl yani yine 1979 yılında yayımlamıştır...

Ayrıca Sakıp Sabancı'nın hayatını anlattığı “Patron” başlıklı bir piyesi, Mimar Sinan'ın hayatını anlattığı bir senaryosu ve Mehmet Âkif'in hayatını ele aldığı bir romanı da vardır…

*****

Ve bir başka kült eseri, Osmancık…

1983 yılında yayımladığı ve edebiyat çevrelerince Tarık Buğra’nın en ünlü romanı olarak kabul edilen, Osmancık…

Romanda, Osman Gazi'nin hayatı ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşu anlatılır. Tarık Buğra bu romanına, “Cihan devletini kuran irade; şuur ve karakter” yazılı ikinci bir başlık atar…

Bu romanı yazarken "Osmanlı'nın sırrı nedir?" sorusundan yola çıktığını belirten Tarık Buğra; Âhi teşkilatı Şeyhi, Osman Gazi'nin kayınbabası ve hocası, Rabia Bala Hatun'un babası olan Edebali'nin ünlü "Ey Osmancık; beğsin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana; güceniklik bize, gönül alma sana; suçlama bizde, katlanma sende; bundan böyle, yanılgı bize, hoş görmek sana; aciz bize, yardım sana; geçimsizlikler, uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, çatışmalar bize, adalet sana; kötü göz bize, şom ağız bize, haksız yorum bize, bağışlama sana. Ey Osmancık bundan böyle, bölmek bize, bütünlemek sana; üşengenlik bize, gayret sana; uyuşukluk bize, rahat bize, uyarmak şevklendirmek, gayretlendirmek sana" nasihatini romanında yer vermiştir…

Roman; Osmancık’ın ya da diğer adıyla Kara Osman’ın, Osman Gazi olarak tarih sahnesine çıkışını ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatır. Osmanlı’yı cihan çapında büyük yapan bir devlet ve insan anlayışının ilk tohumlarının roman çerçevesinde ele alınışını aktaran eser, TV’de “Kuruluş” adıyla dizi film olarak da defalarca yayınlanmıştır…

Tarık Buğra, “Osmancık” romanıyla 1985 yılında Milli Kültür Vakfı Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır…

1987 yılında 21. romanı olan “Yağmur Beklerken”i yayımlar. 1989 yılında Türkiye İş Bankası Edebiyat Büyük Ödülü'nü kazandığı bu romanında; yazar, Serbest Fırka dönemini ele alır ve aynı dönemde Türkiye’deki büyük kuraklıkla siyaset arasında paralellikler kurar. Bunları yine bir Anadolu kasabasından bakışıyla aktarır…

1991 yılında, Devlet Sanatçısı unvanını kazanır…

*****

Tarık Buğra ki, “İnsan olunmadan yazar olunmaz” der yine bir röportajında…

O, eserlerinde önce insan olmanın erdemlerini keşfettiren kahramanlar koyar önümüze. Bütün ihanetlerin üzerine, güzel bir arayış yolu izleyerek doğru güzergâhı bulan kahramanlardır bunlar…

Osmancık’tır. Küçük Ağa’dır, Fakir Halit’tir. Ya da Yalnızlar’daki kendisidir…

O’na göre roman, kâinatı ve insanları bir mizaca göre yeniden yaratmaktır. Bu yarattığı mizaç iyi de olabilir, kötü de; solcu da olabilir, sağcı da. Ama fikirlerini birbirine dayatmayan, at gözlüğü takmayan mizaçlar olmalıdır…

Bu noktada insanın kalıba dökülmeyeceğine inanan Tarık Buğra, eserleriyle; inandığı düşüncesini, sağ kesimden olduğu kadar, sol kesime de aktarmayı başarmıştır…

Tarık Buğra'ya göre yazar, "İspatlamaz, gösterir; telkin etmez, düşündürür; hüküm vermez, hüküm vermeye yol açar; iddia etmez, okuyucunun ret ve kabul, hâl ve ruh tercihini serbest bırakan bir dünya kurar. Görevi budur ve bunu başardığı ölçüde değerlidir…"

İnandığı doğruları savunmaktan hiçbir zaman çekinmeyen Tarık Buğra’nın hayatının özeti, karakterinin bu özelliğini yansıtan hikâyeleriyle doludur. Maddi açıdan en çok zorlandığı dönemde bile inancına, değerlerine aykırı düşen işlerin içinde yer almayan yazar; insan merkezli bir sanat anlayışını benimsemiş, önemli sosyal ve tarihi olayları anlatırken insanın varoluş macerasını da ortaya koymuştur…

O’na göre bir edebiyatçı, sanatını politik duygularına kurban etmemelidir. Edebiyatın değiştirme ve dönüştürme gücünü, “Bir modaya, bir ideolojiye hatta bir hizbe” alet etmememiz gerektiğini vurgular ve “Militanlaşmış bir yazar, belki şöhret kazanır ama kendinden ve sanatından çok şey kaybeder” der mesela…

Tarık Buğra; hayatı boyunca sanatın merkezine insanı koymuş, sanatın toplumu etkileyecek bir güce sahip olduğuna inanmış ve “Sanat, sanat içindir” anlayışını benimsemiştir.

O’nun eserlerine konu olan dönemlerin birçoğu, Türk siyasi tarihinin dönüm noktalarıdır. ”Küçük Ağa, Osmancık, Yağmuru Beklerken Dönemeçte, Gençliğim Eyvah” bu dönüm noktalarının siyasi ve sosyal olaylarını insan açısından ele alırken, insanı etkileyen fikirler üzerinde de durması, yazarın ideolojik baktığı anlamına gelmez…

Tarık Buğra, eserlerinde ideolojik kaygı gütmemiştir. İnsanın sahip olduğu değerleri fark etmesini isteyen bir yazardır. Eserleri; farklı okumalara açık, derinlikli metinlerdir…

Yazarın romanlarında en çok işlediği konular şunlardır: Kadın - erkek ilişkisi, Milliyetçilik ve Millî Mücadele, Osmanlı tarihi ve tarihsel kökler, siyaset ve siyasi meseleler, gençlik, yozlaşma, Türk aydınının içine düştüğü olumsuzluklar…

Dil konusunda hassas bir yazar olan Tarık Buğra; dil üzerine düşünmüş, dil hakkında yazılar yazmıştır. Dili kurtaracak ve geliştirecek kişilerin soylu edebiyatçılar olduğunu söyleyen Buğra; eserlerinde halkın dilini, samimi hitap sözcüklerini, deyim ve atasözlerini kullanmıştır…

Tarık Buğra eserlerinde; gerçekte politik değil, bağımsız düşünceye sahip olduğunu ispatlar her defasında. Edebiyatın gücünden istifade eden politikacılara hep savaş açmıştır. Ve bunu da en iyi bildiği yöntemle, tenkitle ve edebiyatla ortaya koymuştur. O’nun kahramanlarındaki ‘Hayata meydan okuyan insan’ tipi; kendisidir aslında…

*****

“Dünya'yı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüz... Hırsımız, sabırsızlığımız, bencilliğimiz… Önce bu yüzden küçülüyor, sonra da dünyayı çok büyük görüyoruz...” diyen Tarık Buğra, 1993 yılında aniden rahatsızlanır. Kaldırıldığı Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde kanser teşhisi konur ve tedavisine başlanır. Fakat 26 Şubat 1994'te, tir tir titreten bir İstanbul soğuğunda, tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde aramızdan ayrılır…

Usta…

Akşehir’de ve Ankara’daki Milli Kütüphane önünde bir heykeli bulunan Tarık Buğra; Karacaahmet Mezarlığı'nda yatar şimdi, ebedi istirahatgâhında. Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla…

 





FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
HABER ARŞİVİ
GAZETEMİZ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI